GÜNDEM Haber Girişi : 15 Mart 2023 11:45

“Dünya’ya seyirci kalmamak için geldim”

“Dünya’ya seyirci  kalmamak için geldim”

BUCA’NIN GURUR DOKTORU

“Dünya’ya seyirci

kalmamak için geldim”

EMİNE KANTARCI

6 Şubat Depremi’nde, arama-kurtarma-tıbbi destek çalışmalarına gönüllü giden; Buca’da görevli Aile Hekimi Uzman Dr. Funda Müftüoğlu, “Depremden sonra misyon mu kaldı? Hepimiz Allah’a emanet yaşıyoruz. Görevlerimizi yapıyoruz. Hayatlarımızı sürdürüyoruz” diyor.

Çocukluk hayali hekimliğin peşinde koşan ve bu hayaline ulaşan, Buca’da Aile Hekimi olarak görev yapan Uzman Dr. Aile Hekimi Funda Müftüoğlu’na sorduk…

Buca’da Aile Hekimi olarak görev yapan Uzman Dr. Funda Müftüoğlu 20 yıldır giydiği hekimlik gömleğine, azimle yeni görevler ekliyor. Öğrenme sevdalısı olan Müftüoğlu,  birçok sivil toplum örgütünde aktif çalışıyor.  Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunu olarak görevine başlayan Müftüoğlu, iki kız çocuğuyla birlikte öğrenim hayatını sürdürdü. İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Tıp Fakültesi Aile Hekimliği Ana Bilim Dalı’nda uzmanlık eğitimini tamamladı. İzmir Kürek Kulübü lisanslı master kürek sporcusu, maraton koşucusu, yazar-şair, İzmir Arama Kurtarma Derneği yönetim kurulu üyesi.

EMİNE KANTARCI: - Kendi cümlelerinde, ‘Seni tanımak istiyorum’ son soru… Sen kimsin, ne yapıyorsun bu hayatta? Misyonun ne, ne için yaşıyorsun?

FUNDA MÜFTÜOĞLU: - En zor soru, bu soruya depremden önce çok daha farklı bir yanıt verirdim. Ancak dünyada benzeri olmayan böylesi bir deprem felaketinden sonra şöyle diyorum: Dünyaya, olana bitene seyirci kalmamak için geldim. Birilerinin hayatına dokundum hep, yaşamı iyileştiren, güzelleştiren olmaya çalıştım. Bundan sonra da gücüm yettiğince bu uğurda çabalamaya ve mücadeleye devam edeceğim. Ancak tüm bunları, yaşama dair güzellikleri de ıskalamadan, doğadan bir an bile kopmadan, çocuklarımla ve sevdiklerimle olabildiğince kaliteli zaman geçirerek yapmayı planlıyorum Depremden sonra misyon mu kaldı? Hepimiz Allah’a emanet yaşıyoruz.

- Sağlık çalışanları ama özellikle de Aile hekimleri çok mağdur. Bu konuda ne dersin?

- Bir dönem İzmir Aile Hekimleri Derneği başkanlığı yaptım. Görevi devraldığım dönemde aile hekimlerinin ve bu sistemde çalışan aile sağlığı elemanlarının iş yükünü artıran, özlük haklarını sıkıntıya düşüren ödeme ve sözleşme yönetmeliği yürürlüğe girdi. Zaman içerisinde yönetmeliğe dair düzenlemeler yapılmaya çalışılsa da hekimler, ağır iş yükü altında, her an şiddetle karşı karşıya kalma riski altında çalışıyor. Üstelik pek çok aile sağlığı merkezi binası özel mülk ve bu binalara hekimler devletin sabit ödeneğinden kira veriyor. Ancak enflasyon doğrultusunda artmayan ödenekler yüzünden pek çok meslektaşımız maaşlarından aile sağlığı merkezlerinin kira, elektrik, doğalgaz ve personel ödemesi gibi ödemeleri yapmak zorunda kalıyor. Yoğun hasta müracaatları, onlarca rapor yükü, koruyucu sağlık hizmetleri ve merkezlerin idari işletmesi yükü altında aile hekimliği sistemi, her geçen gün kan kaybediyor.

MESLEKTAŞLARIM

GÖNÜLLÜKTE SIRAYA GİRDİ

- 14 Mart Tıp Bayramı’nı geride bıraktık…14 Mart denince, aklına neler geliyor?

- 14 Mart ülkemizde modern anlamda tıp eğitiminin başladığı gün aslında. Padişah 2.Mahmut döneminde Tıphane-i Amire ve Cerrahane-i Amire'nin kurulduğu gündür. Ancak asıl önemi 1919 yılında işgal altındaki İstanbul'da, henüz tıbbiye 3. sınıf öğrencisi Hikmet Boran ve arkadaşlarının, 14 Mart günü Tıbbiye binalarının arasına astıkları büyük Türk bayrağı ile  işgali protesto etmeleri, 14 Mart Tıp bayramının milli mücadele ruhunun günümüze miras bıraktığı en önemli harekettir.

Hekimlik çocukluk hayalimdi. Oyunlarımda babamın beyaz gömleklerini giyer, oyuncak bebeklerimi tedavi ederdim. Sık hastalanan bir çocuktum. Pek çok çocuğun aksine hastaneye gideceğim için üzülmez ya da korkmazdım. Koridorda yürüyen ya da hastasını muayene eden hekimleri hayranlıkla izlerdim. Hala meslektaşlarımı izlemek, başarılarına tanık olmak o çocukluk döneminin heyecanını yaşatır bana.

 Yirmi yılı aşkın süredir icra ettiğim bu meslekte, biz hekimler pandemide görünmez bir düşmanla cephede baş başaydık. Pek çok kayıp verdik. Korku, endişe ama bir o kadar da cesaretle pek çoğumuz; sevdiklerinden, ailelerinden uzak kalarak süreci geçirdi. Yine aynı ordunun neferleri, içimizi dağlayan Maraş depreminde gönüllü çalıştı. Depremzedelerin yaralarını sarmak için meslektaşlarım, gönüllülükte adeta sıraya girdi. Bu ailenin mensubu olmaktan, nefes aldığım her an gurur duydum. Ancak Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk'ün "Beni Türk hekimlerine emanet ediniz" sözüyle altını çizdiği itibarımız, ne yazık ki her geçen gün şiddet olaylarının artması, hasta yoğunluğundan, sistem içerisinde süregelen aksaklıkların tek sorumlusunun salt hekimlermiş gibi gösteriliyor algısı ile yara almaktadır. Eğitimde geçen yılların, mecburi hizmet, TUS vb. meşakkatli süreçlerde emeğimizin yok sayılıp, aldığı maaşlarla yoksulluk sınırında olmalarına rağmen sürekli paragöz olmakla suçlanan bir meslek grubu halinde linç edilen biz hekimler, artık tükeniyoruz. Bir bir eksiliyoruz. Hekim göçü ile genç beyinler (ki çoğu son sınıf öğrencisi artık dil kurslarına gidiyor), alanında nitelikli hocalar, birer birer aramızdan ayrılıyor.

- Deprem bölgesine gönüllü giden ekipte yer aldınız. Deprem bölgesinde ne kadar süre kaldınız, neler yaşadınız? Orada başınıza gelen örnek olay anlatır mısınız? İnsanlar nasıldı? Rüyanıza giriyor mu? 

- 6 Şubat Depremi’nin olduğu sabah, bağlı olduğum arama-kurtarma grubu ile bölgeye gidişimizi planladık. Hızla hazırlığımızı yaptık. Zaten Dağcılık Federasyonu’na bağlı tüm profesyonel ekipler, valilik kanalıyla bölgeye görevlendirildi. Biz de hemen akşam yola çıktık. Ancak yazık ki hava koşullarının güçlüğü sebebiyle sadece Konya yolunda 6 saat tipi nedeniyle kapanan yolun açılmasını bekledik. Ekipmanlarımızın yer aldığı arazi aracımızla, İZAKUT olarak 20 saat sonra İskenderun'a ulaştık. Aslında ilk durağımız Osmaniye'de yer alan AKOM idi. Orada, Hatay'a görevlendirildik. Ancak İskenderun'a girdiğimizde liman yanıyordu ve alevler göğü kızıla boyamıştı. Limanda yoğunlaşan arama-kurtarma çalışmaları ve büyük yangın sebebiyle İskenderun merkezde arama-kurtarma ekiplerinin çalışmalarının haliyle yetersiz olduğunu gördük. Bu sebeple  İskenderun da gönüllü ekiplerle koordineli bir şekilde enkazları paylaştık. Arama kurtarma için gönüllü gelen ancak hiç tecrübesi olmayan onlarca insana, hızla enkazda nasıl çalışacakları eğitimini verdik. 48 saat boyunca hiç uyumadan enkazdan enkaza canlı bulma umuduyla çalıştık. Tam bir savaş psikolojisi hakimdi. Kimse ne açlık, ne susuzluk ne de yorgunluk hissediyordu. Depremzedeler acıyla yakınlarının kurtarılmasını beklerken, arama-kurtarma çalışmalarına da fiziki destek veriyorlardı. Gündüz çalışmalar daha da yoğunlaşıyordu, ilk akşam sabaha dek, Hatay Erzin gönüllerinden oluşan gençler ve Akkuyu Nükleer Santral işçilerinden kurduğum  iki ayrı ekiple, komuta merkezine gelen ihbarlar doğrultusunda  canlı olma ihtimali olan enkazları tek tek dolaştık.

Çalışmalar süresince enkazdan canlı çıkardığımız depremzedeler, tüm yorgunluğumuzu bize unutturuyor daha da canla başla çalışmamıza sebep oluyordu. Her bulduğumuz cenazede içimiz dağlanıyor, ama yakınlarını bekleyenlerin çabamıza gösterdiği ulvi tutum, yüreğimizi paramparça ediyordu. Sarılıp teşekkür ediyorlar, birlikte tek vücut olup acılarına ortak olmaktan başka çaresi olmayan bizlerin ellerini sıkı sıkı tutuyorlardı. Acı tarifsizdi. Beş gece altı gün, toplamda 10 ya da 14 saat dinlendiğim o sürede, hiç İzmir’e dönmek istemedim. Döndüğümde yatağımda yatamıyordum. Sürekli artçılarla sarsıldığımızdan, yatakta dönerken yatağın sarsıntısıyla uyanıyor, kendimi enkazda sanıp ekip arkadaşlarıma bağırarak uyanıyordum. Bu sebeple uzun süre koltukta yattım.

- Herkes sadece işte ya da evde yoruluyor. Sen bu kadar çok faaliyete nasıl zaman ve enerji buluyorsun?

- Spora başlayana dek ben de bu kadar enerjik değildim. Spor hem fiziksel olarak kondisyon ve dayanıklılığı artırdığı gibi; zihnen de hem konsantre hem de daha programlı yaşamanızı sağlıyor. Antrenman saatlerine göre hayatımı programlamak zorundayım. Bu da bana ve benimle yaşayan çocuklarıma, hatta dostlarıma bir disiplin kazandırıyor. Aslında bir nevi domino taşı etkisi. Sporun içinde başarmaya odaklarına azim ve kararlılık peşi sıra geliyor. Bu da ancak tüm hayatınızı programlamanızla mümkün oluyor.

- Birçok unvanın var. Şair yazar, kürek sporcusu, maratoncu… Nasıl başladı ve nasıl gelişti bilgi verir misin?

- Yazma serüvenim aslında babamla başladı. Kendisi  çok iyi bir okur olmakla beraber,  güçlü bir kaleme sahiptir. Okumadan, gerçek anlamda yazılabileceğini inanmayanlardanım. Babam sayesinde kitaplarla tanıştım. Hala özel günlerde kendine has üslubuyla, kapaklarına  küçük sunular yazdığı kitaplar hediye eder bana. Okurdu ve hep okumaya teşvik ederdi. Sonra da yazma konusunda cesaretlendirdi beni. Lise ve üniversite yıllarında herkesin bir dönem yaptığı gibi şiirler yazdım. Ancak asıl yolculuk, Şair ve Yazar Hidayet Karakuş'un Yazarlık İşliğine dört yıl boyunca devam etmekle başladı. Öyküler yazmaya başladım.

Yazdıklarım pek çok edebiyat dergisinde yayımlandı. Beraberinde şiir yazmayı da sürdürdüm. Zaman zaman küçük oyunlar, kısa film senaryoları da yazdım. Bir dönem  kendi yazdığım skeçleri, kamera önü ve arkasına geçerek kısa filmler haline getirip, sosyal medya üzerinden yayınladım. Hatta bu yolculukta bana inanan ve beni hep cesaretlendiren, beraber yaptığımız çalışmaların sosyal medya kanalıyla kitlelere ulaşmasını sağlayan tiyatro oyuncusu, senarist ve yönetmen dostum Turgay Girgin'e teşekkür etmeden geçemeyeceğim. Ancak çalışmalarımız pandemi sebebiyle kesintiye uğradı ve işte o zamandan sonra hayatıma tutkuya dönüşecek bir başka uğraşı katıldı.

PANDEMİ ARMAĞANI

KÜREK SPORU OLDU

Pandemi süresince açık alanda icra ediliyor olması ve maske altında saatlerini geçiren biri için, denizde akciğerlerine adeta şifa sunması sebebiyle iş çıkışı ve hafta sonlarımı deniz küreğine ayırmaya başladım.  Dört mevsim aşkla kürek çekiyordum adeta. Bu bağlılık beraberinde madalyalar da getirdi. Şimdi mensubu olduğum İzmir Kürek Kulübü’nde lisanslı master kürek sporcusuyum ve kulübüm benim ikinci ailem oldu. Su antrenmanlarına koşuyu da katmam, yine kürek sayesinde oldu ve kara antrenmanlarımın bir parçası olarak koşuya başladım.  Şimdi maraton koşuyorum. Ama asıl beni heyecanlandıran trail koşuları dediğimiz arazide, doğada yapılan koşular. Sanırım  işim sebebiyle en az sekiz saatim ağır iş yükü altında küçük ve dar poliklinik odalarında geçtiğinden açık hava dediğimiz alanlarda, kendimi şifalandırma yolunu seçtim ben. 

“EN BÜYÜK TAKDİR, ÇOCUKLARIMIN

BENİMLE DUYDUĞU GURUR”

- Annelik hakkında ne dersin?

- İki kız annesiyim. Ve on yıldır kızlarımı tek başıma büyütüyorum. Yaptıklarımla gurur duyan ve ayak izlerimi takip eden iki harika evladım var. Esasen öğreten değil, örnek olan olmalıyız ebeveynler olarak bizler. İki kızım da spor yapıyor, kitap okuyor, hayatı sorguluyor.  Çalışan anne çocuğu olarak daha çok ev idaresine yardımcı olmak zorunda kalıyorlar. Bu aslında onlara ayakları üzerinde durma fırsatı da veriyor. 

Biri 17, diğeri 14 yaşında. Her ikisi de deprem olur olmaz, "Git anne hemen, bizi merak etme" dediler. İzmir depreminde arama-kurtarma çalışmalarında benimle gelip çalışmalarımızı saatlerce uzaktan izlemişlerdi. Deprem için yol hazırlıkları ve izin süreci uzayınca büyük kızım "Anne sen gitmezsen ben giderim" diyerek, kafa bile tuttu bana. Döndüğümde benimle gurur duyduklarını söylediler.  Sanırım hayatta alıp alabileceğim en iyi ödül onların takdiri.